GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Bazı zamanlar vardır, bir kısır döngü gibi tekrarlanır bazı olaylar. Kimi sizden kaynaklıdır, kimi çevrenizden. Hatalarınız vardır bildiğiniz,ama anlatamadığınız. Özlemleriniz vardır,bastırdığınız, söyleyemediğiniz. Beklersiniz boş, boş, anlatamadıklarınızın anlaşılacağını düşünerek. Saçmadır bu bekleyiş. İtiraf etmeseniz de. Hoş etseniz de bir şey değişmez. Kalıplar vardır belli çerçevelerde giden. Rutin olaylar. Siz rutini sevmeyen bir yürek taşıyorsanız, birde sabırsızsanız…İmkansızları zorlamaktasınızdır. Baskın ruhunuzu dizginlemeniz gerekmektedir.Olası riskler, sizi tümden yok etmektedir zira.Ya yok olmayı göze alacaksınız,yada tümden yok olarak sizden bekleneni yapacaksınız. Sanırım ikinci seçenek,tercih etmek zorunda bırakılacağınız izlenimi vermektedir bazı olaylarda.Gözlemleriniz ve iç sesiniz sizi yönetecektir, emin olun…hayat böyle garip bir şey işte. Ummadığınız anda, başınıza geliveren şoklar,sizi kılıktan kılığa sokabilir, ruhunuzu yani…Beyninize iz bırakmıştır çoktan, okuduğunuz bir cümle yada gördüğünüz bir kare…

NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…24 NİSAN 2013 02.24

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Tren garında,yahut tramvay, metro duraklarında beklerken, dalıp gittiniz mi hiç…
Bugün Metro istasyonunda beklerken, insanların kalabalığına takılıp gittim uzun düşlere. Eski filmler geçti gözümün önünden,tren garlarındaki uğurlama yada,kavuşma sahneleri.Sonra gözüm takıldı havalimanına gitmek için bekleyenlere, bavulları ile. Düşündüm, kimbilir belki sevdiklerinin yanına gidiyorlardı, belkide hiç mutlu olamayacakları bir yere, mecburen gidiyorlardı. Kimbilir belki bir hastaydı yollarını bekleyen, yada yeni bir umuda yelken açıyorlardı. Her neyse sebepleri, kimi bir duvar gibi sessiz, kimi dalgın, kimi yorgun, kimi heyecanlı bakışlardaydı. Birden içim burkuldu. Beklediklerimi düşündüm. Hayallerle yoğrulan düşlerde, belki hiç olmayacak şeyleri beklemenin saflığıydı metronun yaklaşan sesiyle bozulan…Oturduğum yerden kalkıp, kendime çeki düzen verdim.Aslında düzeltmem gerekenler, kafamın içindeydi ama,onları düzeltmek sanırım elimde de değildi. bir yabancı gibi, düşüncelerime sırtımı dönüp giderken, ağırlığının beni ezdiğinin farkındaydım. metronun kapanan kapısı ve hareketiyle, her şey o istasyonda kaldı. kaçmak gibi bir şeydi bu, kendi gerçeğinden…

NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…4 MAYIS 2013 00.56

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
O denli uzak ki her şey. Günlerdir bıkmaksızın düşünüyorum. Hayatın içinden geçip giden onca şey,size değmeden giderken, bilmediğiniz yerlerde, tanımadığınız insanlar, bilmediğiniz hayatlarını yaşarken, bildiğiniz, tanıdığınız, özlediğiniz insanlarda kendi çevrelerinde, kendi hayatlarını yaşarken…Siz bunları ve kendi yaşamınızı sorgularken, geçmişinizden bugününüze…Bende geri gitmelerle zihnimde, canlı tutmaya çalıştığım onca özlemi, bazen bir kuş misali bıraksam uçsa diyerek, sıkıca tuttuğumu görüyorum avuçlarımda. Sonra belirsizce iç çekiyorum kendime kızarak. Canınızı yakan kareler vardır gördüğünüz, yada sözler işittiğiniz.Sizi acıtan..
Geçmişten geleceğe uzanan bir yol gibi. Ya da her an bitiverecek bir hikayenin kahramanıymışsınız gibi.Korkularınız izin vermez gerçeklerle yüzleşmenize. Hayalleri tercih edersiniz mutlu olmak adına. Ama bilirsiniz ki kendinizi kandırmaktasınızdır aslında…
Bilmediğiniz hayatlarda neler oluyor diye düşünürsünüz sonra.
Atalarım gibi, kıl çadırlarda yaşasaydım, at binip bozkırlarda dolaşsaydım.Ruhum bu özgür düşüncelerle dolu olsaydı, farklı mı olurdum.Bilmiyorum ama daha az acı çekerdim belki. Uzun uzun düşünmezdim belki. Hayatın içinden geçip giderken ben, yorgunum. Takılıp kalıyorum bir yerlerde düşünürken…Kopamıyorum.
NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…23 MART 2013 22.16

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Tramvayda otururken, sabah, gazetemi her daim aldığım bakkalda bulamadığımdan garip bir boşluk içindeydim. Birazda gizliden, eh olsun. modunda. Zira gazete okurken etrafta olan bitenden bihaber oluyordum. Ara sıra başımı gazeteden kaldırıp etrafa kaçamak bakışlar atsam da. Şimdi rahat rahat etrafı izleyebilirdim.Ayaklar ve ayakkabılar…gözlerimi yere dikmiştim bir süre. O an oralarda değildi beynim ve bedenim sanki.Sonra irkildim, ruhum bedenime geri dönmüşcesine.
Bir duraktaydık. Sanırım Cevizlibağ. Evet, evet orası. Bu durakta her zaman yoğunluk vardır. Metrobüs veya otobüslere gidecek olanlar telaş içinde inmeye çalışırken, durakta bekleyenlerde inenlerin yerine binme paniğindeydiler. Bu arada işte dikkatimi ayaklar çekti.Girenler ve çıkanların yarattığı kargaşadaki ayaklar.İzlemenizi tavsiye ederim. Bazen çok eğlenceli görüntüler de çıkıyor, kamera şakası gibi…önde görünen bir bedene ait olmayan başka ayakları o bedene aitmiş gibi görür şaşırırsınız bazen. Değişik modelleri bir arada görürsünüz,sporu, abiyesi, babeti, botu, çizmesi, ne ararsanız…benim en çok takıldığımsa,çok düzgün bazı hanımların veya beylerin, en uç nokta olan pabuçlarına yeterli özeni göstermeyişleri olur.Bence pabuçlar daim temiz ve boyalı olmalıdır.Nedense bir boya sürüp parlatmak zor gelir bazı insanlara. Rengi boyasızlıktan matlaşmış ayakkabılar..Birde topuk lastikleri erimiş topuklu pabuç giyen hanımlar…hiç mi ellerine alıp o topuklara bakmazlar…işte bir sürü düşüncedir hasıl olan bende ayakları gördüğümde…Bir de giydiği pabucu asilane taşıyanlar vardır, hayranım. Modeli harikadır, seçimi doğru.Yürüyüş ona keza..
Teyzem böyleydi rahmetli. Yüksek ökçelerle çamurdan geçse bir damla leke bulamazdınız pabuçlarında. Her daim yüksek ökçelerle gezen bir hanımdı.. hoş ve zarifti. Ayak ve ayakkabı deyince teyzemin lafı gelir hep aklıma çocukluğumdan kalma..lap lap basmayın, terliksiz olmaz , kibar olun cümlesi…Ayakkabı ihtimamı da annemden geçmiştir bana…Düzgün bir çift pabuç, en kötü kıyafeti örter, kötü bir çift pabuç, en şık kıyafeti örseler…Bence…Bu işin eğlencesi olsa da, doğruluk payı fazlası ile var…

NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…7 OCAK…2013 23.12

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Kendinizi dinlemeyi bırakıp, çevrenize odaklandığınızda, hiç iyi şeyler görmeyeceğinizi,ya da işitemeyeceğinizi bildiğinizden olsa gerek, yine dönersiniz sessizce kendi duvarlarınızın içine…Bir süre suskun durursunuz duvarlarınızın arkasında. Düşünürsünüz,düşündükçe farklı yorumlar katarsınız her bir düşünceye. Aslında çözmek istediğiniz tek bir düşüncedir tüm bunların içinde. Ama elinizdeki veriler doğru işaretleri göstermemektedir. Diğer işaretler ise canınızı yakar,siz sustukça.Çaresi yok dersiniz,düşünmemeye çalışarak. Zira zaten olan olmakta,biten bitmektedir sizden habersiz.Siz durmadan düşünürken. Bunun ayırdına varırsınız belki de, ama varmak istemezsiniz nedense o nihai sonuca…Sonra tekrar duvarları delip çıkarsınız, karanlıktan ışığa. Ama o geride kalanlar,gelip sizi bulur yine ışıkta…Karanlıkta kalan yanıdır düşüncelerinizin gelip sizi bulan. Ne yapsanız da kendinizden ve gerçeğinizden kaçamayacağınızı anlarsınız o an..

NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…10 OCAK 2012 00.17

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Sonsuza kadar düşünebilirsiniz,serbest…Ne faydası var onca düşünceyi üşüştürmeye beyninize. Üstelik tüm odaları tıklım tıklım doluyken…Gördüğünüz her olayı irdelemek zorundamısınız sanki…Oysa ne kadar rahat duyarsızca gidip gelenler. Kulaklarında kulaklıklar,sürekli bir şeyleri dinlerken ne kadar uzaklar hayattan. Toplu taşıma araçlarında ruh gibiler, çivilenip kalıyorlar bir noktada…Onca insan binmek için çırpınırken araçlara. Ya siz,sürekli uyarıyorsunuz dimi onları…Boş verin. Onlar gibi olun, sorumsuz,bilinçsiz,düşünmeden…Diyemeyeceğim. Ben yapamıyorum. Sürekli müdahale etmekten, izlemekten, düşünmekten vazgeçmem…Ben aynı paralelde olmak istemem kınadıklarımla…Bunca kalabalığı kaldıramayan bünyem, çocukluğumun sessiz,sakin, sarı sokak lambalı yollarını özlüyor…Ama her özlenen maalesef gelmiyor…

NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…18 OCAK 2012 01.17

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi

Hayatın yeknesak giden yanlarını bir kenara koyduğunuzda, aynanın sizi yansıtmayan bir yanından bakar gibi olursunuz dünyaya…sadece siz olmazsınız görüntüde.Her şey ya görmek istediğiniz gibi, yada olduğu gibidir yine.Orada,tam orta yerinde olmak istersiniz o an o görüntünün. Sonra ya cesaretiniz kırılır, ya da biri ya da birileri sizi kırdığından olsa gerek,kaybolmak isteği sarar yüreğinizi…Kaybolmak…ta ki varlığınızın yokluğu fark edilene dek…kimbilir belki de, farkedilmemek.İşte bu noktada,durup o aynadan kendinize bakmak istersiniz. Niye mi, yargılamak için elbet, ya acımasızca kendinizi,ya da hiç olmamış gerçeği…Bu sorgulama asla bitmez. ne yüreğinizde, ne gözlerinizde, ne de görmek istediğiniz her olayın özünde…ölene dek…
NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…13 EYLÜL 2012

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Bugün ofisten eve dönüş yolculuğumda, korku sardı içimi. Bütün gördüklerim, benim doğduğum,büyüdüğüm bu kente ait değil gibiydi. İstanbul, sana ne oldu dedim.Korkunç bir kalabalık,yığınla insan, yığınla araç,her türlüsünden, sağa sola koşturup duran bir hengamenin ortasında kalakalmış gibiydim. Hayret içindeydim ilk kez görüyormuşcasına.Sonra yine bir korku sardı yüreğimi. Hiç eve varamıycam sandım. Araçları,içlerindeki insanları,yürüyen insanları,sel gibi akan trafiği izlediğimde daraldım…Çocukluğumun İstanbul’unu özledim yeniden derin bir yeisle. Yapayalnızdım bu kalabalığın ortasında. Sanki ilk kez gelmişim gibi bu kente…Bana tümden yabancı gelen bu görüntüye ait olmadığımı düşündüm. Nafile dedim sonra kendime, bu düşüncemden ötürü…Geri gelmeyen pek çok şey gibi benim şehrim de , çok gerilerde kalmıştı. Sakin sokakları, mutlu insanları, birbirine kuşkuyla değil, dostça bakan gözleri özledim…Sadece özledim ve boğazıma takılan yumruyu yok etmeye çalışarak, kafamdan kovmak istedim hayallerimi. işe yaramadı. Bu görüntü asla değişmeyecekti zira…Korkularımı bastırarak adımlarımı sıklaştırdım, bir an evvel evime varıp, düşüncelerimden kaçmak için…
NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…19 EYLÜL 2012 23.49

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi

KONUŞMASININ KESİLMESİNİ İSTEMEYENLER İÇİN EN İYİ YÖNTEM YAZMAKTIR…LAKİN NE DERECE ETKİLİ OLUR,DÜŞÜNMEK GEREK… KELİMELERİN VURGUSU SESİNİZDEKİ TONLAMA KADAR ETKİLİ OLABİLİYORSA…EVET..NEDEN OLMASIN…
NESRİN TÜREDİ…GÜNLÜKTEN…17 ARALIK 2011 23.34

GÜNLÜKTEN…

Author: nturedi
Size bir öykümle iyi geceler diliyorum Nesrin Hanım….
BU ŞARKI SENİNDİR DİNLE İSTANBUL…
”Bilge insanlar peygamberlerin varisleridir ve gök ehli onlara muhabbet besler.Öldüklerinde ise denizde ki balıklar kıyamete dek onların affı için dua ederler.”

İki yıl önce yalnızlığı yaşamak için seçip yerleştiğim bu kıyı beldesinde,elimde sürekli gördüğü kitaplar ve yaptığımız küçük sohbetler nedeniyle beni bilge biri sanıp,sık sık bu hadisi yineleyen ve aslında kendisi bilge olan Meyhaneci Arif Kaptan’ın mekanında oturuyorum…
En görünür yerinde ”BURADA ADABIYLA İÇİLİR” levhasının asılı olduğu meyhanenin duvarları;eski Hayat ve Ses mecmualarından çıkarılıp çerçeveletilmiş Atatürk,İsmet Paşa,Mareşal Fevzi Çakmak,Türkan Şoray,Ayhan Işık,Fatih Sultan Mehmet,Metin Oktay,Prenses Süreyya’nın ve Ayasofya ile Sultan Ahmet Camii’nin solgun fotoğraflarının yanısıra… İstanbul’un çeşitli manzara resimleriyle de kaplanmıştı adeta…
Kapıdan girenlere ”burada ancak kendini bilen adamların oturup içki içebileceğini” daha eşikte anımsatan bu nostalji yüklü mekan,bir iki duble rakıdan sonra anılara dalıp seyrettiğim bir sinema perdesi gibiydi…

35 lik rakı,beyaz peynir,kavun,pilaki ve salatadan oluşan nevalemi masama bırakan Arif:
”Kemal Baba,bu akşam erken kalkmasan” dedi usulca kulağıma.
”Hayırdır Kaptan” dedim,merakla.
”Bak…bu akşam şarkıların karşılamadı seni…farketmedin mi? Pikap suskun…”
Gerçekten de mekana her girdiğimde bana sanki, ”hoş geldin üstad” der gibi, adeta kendiliğinden dönmeye başlayan alaturka şarkı kasetlerinin ilk fasıl nağmeleri, duyulmuyordu bu akşam üstü…Bir an şaşkınlıkla duraksadım…Arif ekledi;
”Baba…bu akşam tüm sevdiğin şarkılar canlı çalınıp söylenecek.”

Rahatımın kaçtığını,huzursuzlandığımı hissetti ve hiç yapmadığı bir şekilde elini omuzuma koyarak ”kal” dayatmasıyla…”n’olur gitme” yalvarışının harmanlandığı gözleriyle kırılgan bir sevgili gibi baktı yüzüme.Gidersem yıkılacaktı…
”Tamam Kaptan…bu akşam buradayım” dedim, omuzumda duran eline usulca vurarak…
Kendisi anlatmadan hayatı hakkında soru sorulmayacak…sustuğu zaman susulacak adamlardandı Arif Kaptan…beni de öyle algıladığı için…sezgilerimizle birbirimize yakıştırdığımız yaşam öykülerimizle ve ağzımızdan kaçan bir iki ipucuyla yetiniyorduk…Uzun yıllar İstanbul’da yaşadığını,gemilerde çalıştığını… tıpkı benim gibi bir ”İstanbul Vurgunu” yiyerek ve kimbilir hangi kahrolası bir sevdayı yüreğine gömerek…doğduğu bu sahil beldesine döndüğünü düşünüyordum.

* * *

Tekdüzeliğin ta sabahtan bozulacağı belli olmuştu aslında…
Kasım güneşinin ısıttığı kıyı kahvesinde her sabah yaptığım gibi,yürüyüş sonrası kahvemi içiyor,gazetemi okuyordum.Avdan dönen balıkçılar küçük teknelerini karşıdaki barınağa çekmişler,balıklarını kasalara istiflemişler,çay içip ısınmak için de kahvenin içine doluşmuşlardı…dalgaların aşındırdığı kaldırımların üzerinde, avdan paylarına düşeni almış ve tembelce uzanmış kediler… gökyüzünde kısmet kavgasına düşmüş martılar vardı…

Birden gözüm ona takıldı…Daha önce buralarda hiç görmediğim,ince uzun boylu,iyi ve sağlam giyimli siyahlar içindeki genç bir adam, köyden barınağa uzanan sahil sokağının deniz tarafında ki kaldırımında ağır ağır yürüyordu.
Uzun saçları ve boynuna sardığı kırmızı atkısı, denizden gelen esintiyle hafiften uçuşuyor…yazlıkçılar gidince geride kalan herkesin birbirini tanıdığı bu ıssız köye…sanki Tanrıyı bulmak için gelmiş genç bir rahibi andırıyordu…
Gittiği her yere kendi rüzgarını da götüren biri olduğunu,kedilerin ve martıların onu selamlamasından anladım…

Az sonra gürültüyle kahveyi boşalttı balıkçılar…Barınağa koşup kasaladıkları balıkları kamyonete yükledi bir bölümü diğerleri de ağlarına onarım için yöneldiler.
Az sonra da ,genç adamın teknelere yaklaştığını ve balıkçıların işlerini bırakıp ona doğru koştuklarını…kucakladıklarını gördüm…Anladım ki o bir yabancı değildi…

* * *

Beldenin efendi akşamcılarının birer ikişer gelmesiyle meyhane hafiften yükünü almaya başlamıştı…Burhan Reis,Kitapçı Cemil,Eczacı Nihat Bey,Nakliyeci Asım ve uzaktan aşina olduğum esnaftan bir kaç kişiyle selamlaştık…herkes tek ya da grup olarak masalarına oturduğunda,mekanın daha önceki günlere göre bir hayli kalabalık olduğunu farkettim…
Az sonra da…en son üç yıl önce annesinin ölümü nedeniyle İstanbul’a gelen ve sonra da birkaç telefon görüşmesi dışında bana hep uzak duran…İngiliz karısıyla Londra’ya yerleşmiş oğluma benzettiğim genç Jandarma Komutanı Aydın Astsubay yanında sivil bir kaç kişiyle içeri girdi…
Her zaman yaptığı gibi yanıma uğrayıp hal hatır sorduktan sonra da;
”Kemal Baba…Arif Kaptan’dan burada olduğun haberini almasaydım evine jandarma gönderip aldıracaktım” diye şaka yollu takıldı…

İlk kadehi Arif’in yarattığı beklenti nedeniyle bir gözüm kapıda yarıladım…az sonra da 9 -10 yaşlarında bir oğlan çocuğu girdi içeriye.Siyah deri kılıfında boyu kadar bir ud taşıyordu.Tezgaha doğru yürüyüp kendisini karşılayan Arif’e udu verip gitti.
Arif Kaptanın ”gitme” ısrarı…Astsubay Aydın’ın takılmaları…müşterilerin müziksiz ortama aldırış etmeyişi…Udun gelişi…
Velhasıl bütün belirtiler bu gece bu mekanda,herkesin az çok bildiği ama benim bilmediğim bir müzikal olayın gerçekleşeceğini gösteriyordu.

Bir sigara yaktım…Kahve köpüğü gibi hafiften kabaran bir özlem duygusu usulca içime aktı…Duvara döndüm…ve İstanbul’a baktım…Yıllarca ”sensiz yaşayamam” diye haykırdığım bu kahpe şehir…”hadi gel artık,çok özledim seni” diye kadeh kaldırıyordu sanki…Başımı duvardan çevirip kadehimi hızla fondipledim…
Tam bu sırada o, içeri giriyordu….

* * *

Segah peşrevinin ardından Bîmen Şen’in ”sun da içsin yar elinden aşığın peymaneyi” isimli ağır aksak şarkısını kendi tavrıyla söylemeye başladığında Onun; Tanr’ıyı arayan günahsızlardan değil…Tanrı’yı tanıyan günahkarlardan olduğunu anlamıştım artık…
Hemen karşımdaki masada Arif Kaptan’la birlikte oturuyordu.İnce,keskin çizgili yüz hatlarıyla çok yakışıklı ve etkileyici bir görünümü vardı…Uda vurduğu mızrap darbelerinin kaşlarına düşürdüğü uzun siyah saçları…bir bakışta hayatını özetlediğim sımsıcak gözlerini gölgeliyor…buraya sanki zorla getirilmiş bir kürek mahkumunu andırıyordu…
Ard arda çalıp söylediği hicaz şarkıların ara nağmelerinde ise, bazan İstanbul’un fotoğraflarına dönüp bakıyor, bir anda ses renginin belli belirsiz değiştiğini….udu çalışında da,sanki birinin ağlayışını hissediyordum…onun bu ıssız sahil köyündeki tutsaklığı çok uzun sürmeyecekti belli ki…kaçacaktı…
Beni hep burada tutacak olan neden onun için geçerli değildi çünkü…hayatını bir kaç kez yeniden kurabilecek kadar çok gençti o….

Kucağına bir çocuk gibi yasladığı udundan Sadettin Kaynak’ın ”aşkın beni durmaz yakar…ey sevgili sen nerdesin” şarkısının adeta hıçkırığa dönüşen nağmeleri dökülürken…kadehini bana doğru kaldıran Arif Kaptan’la göz göze geldik.
Yağmurda terkedilmiş bir köpek gibi ıslak ve çaresiz bakıyordu…ağır ağır başını salladı…Bir süre önce musikiyle ilgili bir sohbetimizde anlattığı yürek burkan hikayeyi hatırlatır gibiydi;

”Hz.Adem’in oğlu Kabil’in, Lameş adındaki oğlu, çok uzun yaşamasına ve bir sürü karısı olmasına rağmen bir türlü çocuğu olmayan biriydi…Bu durumuna kahrolan Lameş adeta divaneye dönmüştü…Onun bu haline merhamet eden Allah,ömrünün sonlarına doğru Lameş’e iki kız bir erkek evlat verdi…
Oğlunun doğumuyla Lameş adeta çocuğuna tutkun mecnun bir baba oldu…Bütün zamanını küçük oğluyla geçiriyordu…
Ne var ki çocuk beş yaşına geldiğinde aniden öldü…Bu korkunç acıyla yıkılan babayı hiç bir şey teselli edemedi…Oğlunun ölüsünün toprağa girmesine izin vermeyen Lameş,hergün görebilmek için evinin önündeki ağaca çocuğunun ölüsünü astı.
Haftalarca göz yaşı döküp inledi…Uzun süre ağaçta asılı kalan oğlunun etleri kemiklerinden ayrılıp yere döküldüğünde Lameş ağacı keserek ona oğlunun şeklini verdi…At kılları bağlayarak gerdiği bu ağaca parmaklarıyla dokunduğunda çıkan sesleri oğlunun ağlama sesine benzeten acılı baba bu seslere daha fazla dayanamayarak bir süre sonra öldü…
İlk udun yapılışı işte böyle oldu Kemal Baba…bu saz hem ağlar…hem ağlatır…”

Rakı kadehimi alıp, usulca yanlarına gidip oturdum.Elimi Arif Kaptan’ın omuzuna koyduğumda…OĞLU ; ”olmaz ilaç sine-i sad pareme” yi çalıyordu…..ve biz ağlıyorduk………….

Kemal GÜRLEYEN

Sevgili Kemal Gürleyen’e teşekkürlerimle…