BU ŞARKI SENİNDİR DİNLE İSTANBUL…
”Bilge insanlar peygamberlerin varisleridir ve gök ehli onlara muhabbet besler.Öldüklerinde ise denizde ki balıklar kıyamete dek onların affı için dua ederler.”
İki yıl önce yalnızlığı yaşamak için seçip yerleştiğim bu kıyı beldesinde,elimde sürekli gördüğü kitaplar ve yaptığımız küçük sohbetler nedeniyle beni bilge biri sanıp,sık sık bu hadisi yineleyen ve aslında kendisi bilge olan Meyhaneci Arif Kaptan’ın mekanında oturuyorum…
En görünür yerinde ”BURADA ADABIYLA İÇİLİR” levhasının asılı olduğu meyhanenin duvarları;eski Hayat ve Ses mecmualarından çıkarılıp çerçeveletilmiş Atatürk,İsmet Paşa,Mareşal Fevzi Çakmak,Türkan Şoray,Ayhan Işık,Fatih Sultan Mehmet,Metin Oktay,Prenses Süreyya’nın ve Ayasofya ile Sultan Ahmet Camii’nin solgun fotoğraflarının yanısıra… İstanbul’un çeşitli manzara resimleriyle de kaplanmıştı adeta…
Kapıdan girenlere ”burada ancak kendini bilen adamların oturup içki içebileceğini” daha eşikte anımsatan bu nostalji yüklü mekan,bir iki duble rakıdan sonra anılara dalıp seyrettiğim bir sinema perdesi gibiydi…
35 lik rakı,beyaz peynir,kavun,pilaki ve salatadan oluşan nevalemi masama bırakan Arif:
”Kemal Baba,bu akşam erken kalkmasan” dedi usulca kulağıma.
”Hayırdır Kaptan” dedim,merakla.
”Bak…bu akşam şarkıların karşılamadı seni…farketmedin mi? Pikap suskun…”
Gerçekten de mekana her girdiğimde bana sanki, ”hoş geldin üstad” der gibi, adeta kendiliğinden dönmeye başlayan alaturka şarkı kasetlerinin ilk fasıl nağmeleri, duyulmuyordu bu akşam üstü…Bir an şaşkınlıkla duraksadım…Arif ekledi;
”Baba…bu akşam tüm sevdiğin şarkılar canlı çalınıp söylenecek.”
Rahatımın kaçtığını,huzursuzlandığımı hissetti ve hiç yapmadığı bir şekilde elini omuzuma koyarak ”kal” dayatmasıyla…”n’olur gitme” yalvarışının harmanlandığı gözleriyle kırılgan bir sevgili gibi baktı yüzüme.Gidersem yıkılacaktı…
”Tamam Kaptan…bu akşam buradayım” dedim, omuzumda duran eline usulca vurarak…
Kendisi anlatmadan hayatı hakkında soru sorulmayacak…sustuğu zaman susulacak adamlardandı Arif Kaptan…beni de öyle algıladığı için…sezgilerimizle birbirimize yakıştırdığımız yaşam öykülerimizle ve ağzımızdan kaçan bir iki ipucuyla yetiniyorduk…Uzun yıllar İstanbul’da yaşadığını,gemilerde çalıştığını… tıpkı benim gibi bir ”İstanbul Vurgunu” yiyerek ve kimbilir hangi kahrolası bir sevdayı yüreğine gömerek…doğduğu bu sahil beldesine döndüğünü düşünüyordum.
* * *
Tekdüzeliğin ta sabahtan bozulacağı belli olmuştu aslında…
Kasım güneşinin ısıttığı kıyı kahvesinde her sabah yaptığım gibi,yürüyüş sonrası kahvemi içiyor,gazetemi okuyordum.Avdan dönen balıkçılar küçük teknelerini karşıdaki barınağa çekmişler,balıklarını kasalara istiflemişler,çay içip ısınmak için de kahvenin içine doluşmuşlardı…dalgaların aşındırdığı kaldırımların üzerinde, avdan paylarına düşeni almış ve tembelce uzanmış kediler… gökyüzünde kısmet kavgasına düşmüş martılar vardı…
Birden gözüm ona takıldı…Daha önce buralarda hiç görmediğim,ince uzun boylu,iyi ve sağlam giyimli siyahlar içindeki genç bir adam, köyden barınağa uzanan sahil sokağının deniz tarafında ki kaldırımında ağır ağır yürüyordu.
Uzun saçları ve boynuna sardığı kırmızı atkısı, denizden gelen esintiyle hafiften uçuşuyor…yazlıkçılar gidince geride kalan herkesin birbirini tanıdığı bu ıssız köye…sanki Tanrıyı bulmak için gelmiş genç bir rahibi andırıyordu…
Gittiği her yere kendi rüzgarını da götüren biri olduğunu,kedilerin ve martıların onu selamlamasından anladım…
Az sonra gürültüyle kahveyi boşalttı balıkçılar…Barınağa koşup kasaladıkları balıkları kamyonete yükledi bir bölümü diğerleri de ağlarına onarım için yöneldiler.
Az sonra da ,genç adamın teknelere yaklaştığını ve balıkçıların işlerini bırakıp ona doğru koştuklarını…kucakladıklarını gördüm…Anladım ki o bir yabancı değildi…
* * *
Beldenin efendi akşamcılarının birer ikişer gelmesiyle meyhane hafiften yükünü almaya başlamıştı…Burhan Reis,Kitapçı Cemil,Eczacı Nihat Bey,Nakliyeci Asım ve uzaktan aşina olduğum esnaftan bir kaç kişiyle selamlaştık…herkes tek ya da grup olarak masalarına oturduğunda,mekanın daha önceki günlere göre bir hayli kalabalık olduğunu farkettim…
Az sonra da…en son üç yıl önce annesinin ölümü nedeniyle İstanbul’a gelen ve sonra da birkaç telefon görüşmesi dışında bana hep uzak duran…İngiliz karısıyla Londra’ya yerleşmiş oğluma benzettiğim genç Jandarma Komutanı Aydın Astsubay yanında sivil bir kaç kişiyle içeri girdi…
Her zaman yaptığı gibi yanıma uğrayıp hal hatır sorduktan sonra da;
”Kemal Baba…Arif Kaptan’dan burada olduğun haberini almasaydım evine jandarma gönderip aldıracaktım” diye şaka yollu takıldı…
İlk kadehi Arif’in yarattığı beklenti nedeniyle bir gözüm kapıda yarıladım…az sonra da 9 -10 yaşlarında bir oğlan çocuğu girdi içeriye.Siyah deri kılıfında boyu kadar bir ud taşıyordu.Tezgaha doğru yürüyüp kendisini karşılayan Arif’e udu verip gitti.
Arif Kaptanın ”gitme” ısrarı…Astsubay Aydın’ın takılmaları…müşterilerin müziksiz ortama aldırış etmeyişi…Udun gelişi…
Velhasıl bütün belirtiler bu gece bu mekanda,herkesin az çok bildiği ama benim bilmediğim bir müzikal olayın gerçekleşeceğini gösteriyordu.
Bir sigara yaktım…Kahve köpüğü gibi hafiften kabaran bir özlem duygusu usulca içime aktı…Duvara döndüm…ve İstanbul’a baktım…Yıllarca ”sensiz yaşayamam” diye haykırdığım bu kahpe şehir…”hadi gel artık,çok özledim seni” diye kadeh kaldırıyordu sanki…Başımı duvardan çevirip kadehimi hızla fondipledim…
Tam bu sırada o, içeri giriyordu….
* * *
Segah peşrevinin ardından Bîmen Şen’in ”sun da içsin yar elinden aşığın peymaneyi” isimli ağır aksak şarkısını kendi tavrıyla söylemeye başladığında Onun; Tanr’ıyı arayan günahsızlardan değil…Tanrı’yı tanıyan günahkarlardan olduğunu anlamıştım artık…
Hemen karşımdaki masada Arif Kaptan’la birlikte oturuyordu.İnce,keskin çizgili yüz hatlarıyla çok yakışıklı ve etkileyici bir görünümü vardı…Uda vurduğu mızrap darbelerinin kaşlarına düşürdüğü uzun siyah saçları…bir bakışta hayatını özetlediğim sımsıcak gözlerini gölgeliyor…buraya sanki zorla getirilmiş bir kürek mahkumunu andırıyordu…
Ard arda çalıp söylediği hicaz şarkıların ara nağmelerinde ise, bazan İstanbul’un fotoğraflarına dönüp bakıyor, bir anda ses renginin belli belirsiz değiştiğini….udu çalışında da,sanki birinin ağlayışını hissediyordum…onun bu ıssız sahil köyündeki tutsaklığı çok uzun sürmeyecekti belli ki…kaçacaktı…
Beni hep burada tutacak olan neden onun için geçerli değildi çünkü…hayatını bir kaç kez yeniden kurabilecek kadar çok gençti o….
Kucağına bir çocuk gibi yasladığı udundan Sadettin Kaynak’ın ”aşkın beni durmaz yakar…ey sevgili sen nerdesin” şarkısının adeta hıçkırığa dönüşen nağmeleri dökülürken…kadehini bana doğru kaldıran Arif Kaptan’la göz göze geldik.
Yağmurda terkedilmiş bir köpek gibi ıslak ve çaresiz bakıyordu…ağır ağır başını salladı…Bir süre önce musikiyle ilgili bir sohbetimizde anlattığı yürek burkan hikayeyi hatırlatır gibiydi;
”Hz.Adem’in oğlu Kabil’in, Lameş adındaki oğlu, çok uzun yaşamasına ve bir sürü karısı olmasına rağmen bir türlü çocuğu olmayan biriydi…Bu durumuna kahrolan Lameş adeta divaneye dönmüştü…Onun bu haline merhamet eden Allah,ömrünün sonlarına doğru Lameş’e iki kız bir erkek evlat verdi…
Oğlunun doğumuyla Lameş adeta çocuğuna tutkun mecnun bir baba oldu…Bütün zamanını küçük oğluyla geçiriyordu…
Ne var ki çocuk beş yaşına geldiğinde aniden öldü…Bu korkunç acıyla yıkılan babayı hiç bir şey teselli edemedi…Oğlunun ölüsünün toprağa girmesine izin vermeyen Lameş,hergün görebilmek için evinin önündeki ağaca çocuğunun ölüsünü astı.
Haftalarca göz yaşı döküp inledi…Uzun süre ağaçta asılı kalan oğlunun etleri kemiklerinden ayrılıp yere döküldüğünde Lameş ağacı keserek ona oğlunun şeklini verdi…At kılları bağlayarak gerdiği bu ağaca parmaklarıyla dokunduğunda çıkan sesleri oğlunun ağlama sesine benzeten acılı baba bu seslere daha fazla dayanamayarak bir süre sonra öldü…
İlk udun yapılışı işte böyle oldu Kemal Baba…bu saz hem ağlar…hem ağlatır…”
Rakı kadehimi alıp, usulca yanlarına gidip oturdum.Elimi Arif Kaptan’ın omuzuna koyduğumda…OĞLU ; ”olmaz ilaç sine-i sad pareme” yi çalıyordu…..ve biz ağlıyorduk………….
Kemal GÜRLEYEN